İBRAHİM ALTUNCU

Günümüz şiiri için minyatür ne anlam ifade ediyor, kuşkusuz, bunu bilmiyoruz. Doğrusu bu ya, kimi şairler kurulu, verili dünyanın giderek ağırlaşan baskısı altında sendeliyor, sendeliyor, yalpalıyor ve çoğu kez yüz üstü kapaklanıyor. Kimileri de bu minyatürün saklı bir köşesinde bizim onu keşfetmemizi bekliyor.

Rasim Demirtaş giderek yeryüzü toprağının, kumulların altına çekilen, bir başka deyişle diyarı terk etmekte direnen bir şiir soyunun oğullarından. Bir zorlu, çetin, direngen, naif sülalenin yüzyıllar boyu çizegeldiği sonsuz evrensel minyatürün ücra köşesinde dokulara gizlenmiş, uyumlanmış, adeta sadece dilsiz bir alfabenin konuşucularının algılayabileceği tınıların sahibi.

Modern Türk şiiri için kurulu birçok evrensel modelden söz edebiliriz. Bu şiir dilinin kurguladığı evrenlerin bazıları millet için aşina, bazıları ise el kapısı gibi itici ve soğuk. Bu yazıda hiç de çoğunluk ortalamasının övgüsünü yapacak değilim. Zaten bu çoğunluğun arkasında durduğu algı ve duygu ortalaması değil mi, şiiri, kendine uzayda bir mekan arayışına iten şey?! Yani dünya şiir ırmağının halen en geniş deltasını oluşturan Türk şiiri de artık kendine uzayda yer arayacak duruma gelmişse vay halimize!

Ama, yine de milletin damarlarında nabız atışlarının yarattığı dalgaları koşturabilenlerle işimiz vardır.

Sonuçta ve her hal ve kârda bizim derdimiz bu şair, bu şiir olmalıdır. Yoksa ne Türk şiir tuluatının darülbedayisi, ne de goygoyculuğun direklerarası  umurumda olmamıştır, olmayacaktır da.

Millet demek, aynı zamanda gelenek demektir. Çoğu kez Türk muhafazakarlığının kitabında gelenek dediğimiz nesne politik hacimde gelişen dilsel, ırksal ve inançsal birlikteliği imler durur. Bunun dışındaki tanımlamaların irapta pek yeri yoktur. Millet demek gelenek demekse, gelenek milleti tanımlayan temel unsurlar arasında baş sıraya yerleşir. Pekala, gelenek dediğimizde kurumsallaşan örf, âdet ve saireyi mi kastetmiş oluyoruz? Hiç de değil. Gelenek evrenseldir. Gelenek milletin evrensel diğer unsurlarla arasında kurduğu bağdır aynı zamanda. Gelenek milletin kendi rengidir. Gökkuşağındaki yansımasıdır. Hareket kabiliyetidir.

Tanzimat güldürüsünden bu yana modern diye adlandırılan dönemlerde Türk şiiri bu gelenek ile bağını nasıl tanımladı ve nasıl ortaya koydu? İdeolojik mihverlerin birbirlerine karşı konuşlanan cephelerinde çınlayan kasatura şakırtılarından duyabildiyseniz eğer, gelenek ile bağımızı algılamak da mümkün olabilirdi. Gerçi bu gürültüye günümüzde âsâr-ı atika muamelesi yapılmakta ya! E, ben de bu işe pek sevinerek bakmaktayım.

Evet, soru şudur: Modern Türk şiiri gelenek ile bağıntısını nasıl algılıyor?

Bizim gelenek sandığımız Yahya Kemal ile billurlaşan sesi, ben gelenek bestesinde bir alt metin olarak algılamaktayım. O eski İstanbul’un övgüsünü, o akıncıların peşlerinde bıraktıkları tozları, o Mehlika Sultan’ı… Bunların hepsi bir nitelik taşıyor elbet ve hepsi kendince değerli, ama bana daha fazlası lazım. Ben şunu soruyorum, bir tarih algısına sahip miyiz? Bu sahip olduğumuzu varsaydığımız tarih algısının dünyaya diyebileceği ne var? Bu algı dünyayı yeniden şekillendirecek enerjiyi taşıyor mu?

Sonuçta hepimiz “doğululaştırılmış doğulularız”. Bir doğulu için aklın dışı diye tanımlanan her husus kutsalın sınırları içindedir. Zaten akıl dairesi diye bir şey de yok bizim için. Durun, hemen kızmayın, ben demiyorum, Avrupalılar söylüyor bunları. Biz de inanıyoruz. Onun içindir ki sanatın darülbedayisinden mezun ehlisanat için millet, değerleriyle ne kadar kötü çizilmişse, tuluatın direklerarasında da o denli akıl dışı tanımlanagelmiştir. Bana milleti nidüğüyle çepeçevre anlayan ve anlatan gerek. Buna bir anlamda minyatürün içinde dokulara nüfuz etmiş, derin devingen, suskulu, sustalı figürler, bir çeşit minyatür cinleri mi demek lazım?

İşte zurnamın giderek bozuk çalmaya başladığı bu noktada okurumun imdadına Rasim Demirtaş yetişiyor. Hem de “Çimenler Kudüs’ü”nden.

Demirtaş’ın Güneşli Gölge kitabının bana kalsa mottosu olacak Berlin şiirindeki dizesini tekrarlıyorum: nefret ederim “u” dönüşünden

Çünkü “götürmez bizi yeni maziye”

Bizim şiirimiz u dönüşlü geniş bir kavşaklar sistemine, bir yonca yapraklı trafik düzenine sahip. Kendi kurmacamızı böyle inşa ettik. Bir ilahi ceza gibi, yeniden, hep yeniden kat ediyoruz yolları. Sisiphos gibi taşı aşağı yuvarlayıp yukarı taşıyoruz yeniden. Siyasette de öyle değil mi?

Necip Fazıl’a “cemiyeti ve cemaati” anlatırken Türk sporu hakkında ne düşündüğünü sormuşlar. Cevap: “Haliç’in neresinden bir bardak su alsanız tahlili hep aynı çıkar.” E, şimdi biz şiirden sorsak kendi kendimize, cevabımız sizce ne olur?

Şiir mihverleri arasında Tanzimat güldürücüleri ile başlayan atışma geleneği teşrih masasında aynı bulguları içeren bir raporla yıkıldı gitti. Oh oldu.

Ama gene de bir eksiğimiz var, evet bu tahlil kardeşliği mazide gazi oldu ama biz doğruları bulabilmiş miyiz hâlâ şüpheli. Türk şiiri kendine yepyeni, terütaze bir yol çizebilmiş mi bilemiyoruz. Tartışmaya devam ediyoruz.

Rasim Demirtaş işte bu yeni yolun arayıcılarından. Bir yeni yolun, bir kavrayan, çevreleyen anlayışın iz sürücülerinden.

Ama öyle umutsuz ki bazen, şiirini gidip bir umut tepesine kurmak yerine, bir minyatürün içinde koşmayı tercih ediyor.

Kuma yazı yazan rüzgâra esir olur.

Kuma yazıyor, ama esareti asla kabul etmiyor. Rasim Demirtaş bir karşı çıkış geliştiriyor. Bir İstanbul kuruyor. Bir İstanbul minyatürü. Ve bu minyatürün içinde kendine gizil bir köşe seçiyor. “Üzüntüler Bizansı’ndan çıkıyor çimenler” ve yeni bir Kudüs muhasarası başlıyor. Sonra o çimenler kazanılmış Kudüs’ün altına seriliyor. Kentin modern hurdası arka planda bırakılıyor ve terk ediyor insanoğlu, o yalnız insanoğlu üstündeki kötücül zırhları.

Ama neden? Neden Demirtaş böylesine mutsuz ve umutsuz? “Zaten geçemezsin hisarın sularını”… Ey insanoğlu geçemezsin o suları… Ve… “kendimizi bir denizde bulmak, binlerce bir köpük gibi”.

Ve Düşünce Provaları şiirinde bariz bir şekilde kendini koyuverir şiir libasının telaları: “şinasi getirdi bize/yıldızlara/mikroskopla bakan düşünce/ve yayı/senfoniye ayarlı/sivrisinek kemanı…

Gerçekten de yıldızlara mikroskopla bakabilmeyi becerebilen bir kütleyi kırgın bakışlarla kesiyor Rasim Demirtaş. Kimi kez içe kapanıyor, minyatürün dehlizlerinde kayboluyor, kimi kez yeniden beliriyor: “yaşa! varol!/ bütün bunlar senden hep ey türk esneme;/getir bana ingiliz anahtarı’nı.

Rasim Demirtaş… Memleketin her köşesinde gizli bir isyanı örgütlemekle meşgul olduklarına inandığım halis şairin seçkin temsilcilerinden biri.

Sözün alaveresinden uzak, kükürt ve civanın peşinde seyriâlem eyleyen çağ tanıklarının ağrılı kafalarına karşı çığırıyorum, çıkın ortaya!

Denizlerle karaların savaşında kanla doğrulanlara sesleniyorum, Topkapı Sarayı’nın bahçelerinde uçurtmalarımız vardı kişneyip duran.

Ve… “kravat makası güneşten”, yürür durur “çimenler Kudüs’üne” insanoğlu her nisan, her yer isyan!