You are currently browsing the monthly archive for Ekim 2008.

Michel Tournier’in “Cuma ya da Pasifik Arafı” Romanı Üzerine

İBRAHİM ALTUNCU

Michel Tournier

Michel Tournier

Dünyada yazılan ilk adasal anlatının Endülüslü İbn Tufeyl’in Hayy ibn Yakzan’ı (Esrar-ı Hikmet-i Meşrikî) olduğu ifade edilir. “Ruhun Uyanışı ya da Hayy ibn Yakzan’ın Olağanüstü Serüveni” adıyla günümüz Türkçesine (İlki 1923’te Babanzade Reşid tarafından Mihrab dergisinde) çevrilmiştir bu anlatı. İbn Tufeyl eserinde, doğanın ıssızlığı içindeki bir insanın kılavuzsuz olarak ilahi gerçekliklere ulaşmasını simgesel bir üslupla anlatır. Kâmil insana doğru yükselmenin bireysel bir çabayla da olabileceğini, evrendeki kozmik düzenin mutlak yaratıcının bütün sıfatlarıyla ve bilgisiyle tam bir uyum içinde bulunduğunu ortaya koymak ister. Roman kahramanı doğa içinde gözlem ve usavurma yoluyla adını koymadığı Tanrısal bir bilince erer. Yazar, yalnız bir insan için akıldan başka bir kılavuz olmayışını vurgulamak istemektedir. Ta ki ıssız adaya sufi meşrep Asal’ın gelişine kadar. Asal, Hayy’ı vahyin bilgisiyle karşılaştırır. Hayy görür ki kendi çabası sonucu vardığı bilgiyle, Tanrı kelâmı arasında fark yoktur. Yani gittiğimiz her yol yaratıcıya ulaşır ve biz her durumda yaratıcıyı bulabiliriz. Burada iki deneyimden, iki manevi dramadan söz edebiliriz. Hayy’ın görgül bilgisi ile Asal’ın verili ve vahye dayalı bilgisi.

Leibniz, Bacon, Spinoza gibi düşünürlerin dikkatinden kaçmaz İbn Tufeyl’in eseri. Leibniz eserin yazarını büyük hıristiyan filozofları ile karşılaştırır. Yayıncısına bu eseri mutlaka yayımlaması gerektiğinde ısrarcı davranan Spinoza ise eldeki bazı bulgulara göre Hayy ibn Yakzan’ın Batı’daki çevirmenlerinden biridir. Çevirir ve şöyle imzalar çevirisini: SDB, tersten okunduğunda Benedict De Spinoza…[*]

Edebiyat tarihi içinde Defoe’ninkiyle birlikte en ünlü iki örnek olarak adasal romanın zirvesindeki bu eserlerin oturduğu tahta Michel Tournier’in “Cuma ya da Pasifik Arafı” adlı romanını da pekala oturtabiliriz. Pek çok farklı yanı bulunsa da…

Benedict (Baruch) Spinoza

Benedict (Baruch) Spinoza

Tournier’in Cuma’sı birbiri içine geçkili birçok okumayı çağrıştırıyor zihne. Hem doğu-batı sorunsalı hem yalnızlığın psikolojisi… bir yanda efendinin, bir yanda kölenin zihni… Ali Akay Cuma’nın etnografik bir roman olarak okunabileceğini söylüyor, Deleuze ise kitaba yazdığı Sonsöz’de Cuma’nın “şaşırtıcı derecede komik bir serüven romanı” olduğunu belirtirken, roman üzerinde felsefi bir gezi yapmaktan da geri durmuyor.

Fırtına ardından karaya vuran Virginie’den sağ kurtularak adaya çıkan Robinson, burada mutlak yalnızlık, mutlak iktidar, mutlak düzen ve mutlak üretimin romantik monomanyaklığı içinde bir hayat kurar kendine. Zamanın ortadan kalktığı ve artık mutlak ben’in, tek ve mütehakkim öznenin varlığının imparatorluğunu ilan ettiği bir hayat. Tek oluşun bütün bir beden, akıl ve ruh üzerinde oluşturduğu “yapıntı iktidar psikolojisi”ne tanık oluruz. Adaya ayak basan Robinson’un ilk eylemi rastladığı ilk canlıyı öldürmektir. Savunma içgüdüsü?.. Hayatı yavaş yavaş ilkel elementlere dönüşmekte olan Robinson’un yalnızlığın derinliğinden kurtulmak ve nesnelerle çevrilmişliğin verdiği düzen duygusunun beri planındaki varoluşsal korkuyu üzerinden atmak için yaptığı ilk eylem ise “yazmak”tır: “O zaman, bir akbaba tüyünü uygun bir şekilde yontmak için hemen işe koyuldu ve bir defter yaprağına ilk kelimelerini çiziktirirken sevinçten ağlar gibi oldu. Birden içine gömülmüş olduğu o hayvanilik uçurumundan yarı yarıya kapatılmış ve düşünce âlemine geri dönmüş gibi geldi kendisine. Bunun için de şu kutsal eylemi gerçekleştirmişti: Yazmak.”

Romanda adadaki yalnızlığı bölen ve kurulu düzene hiçbir zaman eklemlenmemesine balıklama dalan Cuma’dır. Cuma, Robinson için kurulu düzene itaat edecek bir nesne gibi algılanır ilkin. Robinson’un ada üzerinde inşa ettiği mini-medeniyet bütün kurallarıyla, bütün durağanlık ve ağırbaşlılığı ve kendine özgü hızıyla Cumacıl bir saldırının tehditi altına girmeden önce, Robinson için yalnızlık kanıksandığından önemini yitirmiştir. Ama Cuma’nın varlığı Robinson’a yalnızlığını hatırlatacaktır.

Ben ve öteki arasında bocalayan Robinson için, Cuma neyi ifade eder? İtaatkâr bir köle, bir düzen işçisi, bir ada proleteri, ahmak ve serseri bir çocuk?.. Adanın kozmo-romantik düzeni içinde Robinson için Cuma, ilkin, bu düzeni tehdit eden biri gibi algılanır. Kutsal imparatorluğun Speranza adası valiliği görevini yürüten Robinson işte öteki’ni bulmuştur, “Yıllardır mükemmelleştirdiğim sisteme kölemi dahil etmek…” der. Onu eğitmek ve ada düzeni için hayırlı bir vatandaş, bir maraba yapmak için kolları sıvar. Günün birinde Cuma ada düzenini altüst edecek davranışlar sergilemeye başladığında, şaşırtıcı bir şey olur; Hegel’in efendisi, kölenin kendi varlığı için ne denli gerekli olduğunun bilincine erer. Bu bir noktada kendi bilincine ermesi demektir. Öteki’nin keşfi Ben’in keşfini de beraberinde getirir. Ya da ben’in silkinişini…

Robinson ve "öteki"

Robinson ve "öteki"

Crusoe’nin Robinson’u ilahi temellere dayalı bir yeryüzü monarşisinin temsilcisidir. Olumlanmış otoritenin, kralın hukuk düzeninin, nesneleri, bu arada Cuma’yı da hizaya getirişinin öyküsü. Tournier’in Robinson’u da işe böyle başlar, ama sonuç iktidar düzenlenişi için tam bir felakettir. Yazarın farklı bakışı, öyküyü tepetaklak eder ve tahakküm delisi Robinson Cuma’nın etki alanında onunla ikizleşir. Hegel’in efendisi şimdi kölenin “uçurulan kardeşi” haline gelmiştir: “Böylece, aynı zamanda eski otoritesini o kadar iyi destekleyen, o görkemli ve ataerkil görünümlü “Allah Baba” yönünü kaybetmişti. Böylece bir nesil daha gençleşmiş ve aynaya şöyle bir göz atınca artık kendi yüzüyle arkadaşınınki arasında -açıklanması oldukça kolay bir öykünme yoluyla- belirgin bir benzerlik olduğunu fark etmişti. Yıllar boyunca Cuma’nın hem efendisi hem de babası olmuştu. Birkaç gün içinde onun kardeşi haline gelivermişti -ve onun büyük kardeşi olduğundan da pek emin değildi-.” Ben ve öteki kavramları ayrışım bilgilerinden sıyrılırlar, artık çatışkısızlığın adasında, elementlerin aşkında, oluşun barışında bir aradadırlar.

“Hicret” karmaşık psikolojisi ile bize farklı ipuçları verir. Göç eden kişi geçmişini de mi geride bırakır? Gerçi Edward Said’e göre sürgün, hicrete zorlanmış kişi (entelektüel) geçmişinden ve sorunsalından asla kopmamalıdır. Fakat biz, ne Crusoe’nin, ne de Tournier’in Robinsonlarının geçmişleri hakkında fazlaca bilgilendirilmiyoruz, bu nedenle eylemlerindeki mantık paradigmasını batılılık eksenine oturtarak, batıdaki aklın itkilerine bağlayabiliriz. Oluşturdukları öznelliğin niteliğini salt adasal yalnız yaşantıda bulabiliyoruz.

Yine de ilginç bir ayrıntı olarak Tournier, Robinson’un adadaki psişik serüveninin başlıca portrelerinden biri olan annesinden söz eder. Anne ve baba heterodoks “Titreyen” Dostlar Derneği Quaker mezhebine mensuplar. Quakerler Tanrıya kılavuzsuz ulaşılabileceğini, bireyin iç deneyimleri ile manevi yükselişini tamamlayabileceğini savunurlar. Kilisenin, erkek-egemen ruhaniliğin, ilk günah sendromunun ve her türlü aracılığın reddine, İncil’in tahrif edilmiş Tanrı sözü olduğuna inanırlar. Quakerler barışçıllık ve insan sevgisi temelinde öğretilerini yaymışlar, bir mezhep olarak kabulleri uzun süre almış, Anglikan Kilisesine karşı oluşlarından dolayı takip edilmişlerse de bir süre sonra üzerlerindeki zulüm ve baskı sona ermiş, kendilerini kabul ettirerek düşüncelerini yaymaya başlamışlar. Daha sonra mezhebin iç çelişki ve bölünmelerle etkinliğini yitirdiğini biliyoruz. Saf haliyle Quakerler müslüman zihni ile şaşırtıcı paralellikler taşıyan bir akım. Bu noktadan baktığımızda, Robinson’un adaya geldiğinde sahip olduğu inançları ile Hayy ibn Yakzan’ın ebeveynsiz ada yaşantısındaki maneviliği arasında tuhaf bir koşutluk buluruz. İslâm tasavvufu diye adlandırılan özlük yolu ve bu özlük yolunun özellikle şimal cephesi varlığın yokluğa dalışıyla, yokluk iradesi yoluyla Hakk’ın idrakine yaklaşılabileceğini ortaya koyar. Tanrı kavranabilen bir varlık değildir, çünkü kendini yine kendi varlığı ile saran bir varlık akılla kavranamaz. Bu nedenle dinî ritüel manevi gelişimin küçük çaplı bir aracıdır. Tam ve gerçek anlamıyla ibadet (kulluk bilinci) ise insanla yaratıcısı arasındaki engelleri ortadan kaldırır. İzafilikten kurtuluş (Iskat-ı izâfat), her türlü bedensel otoriteye üstünlük sağlamak, nefsin yokluk ile terbiyesinin de ötesinde nefsin ve vücudun düzenlemelerinin yıkımı şimal sufilerinin takip ettikleri yöntemlerdendir. Mecburi hicrete uğrayan Robinson’u romanın kurgusallığından soyutlayarak düşündüğümüzde, o nasıl biriydi ki adaya ayak basar basmaz bir düzenin, bir uygarlığın inşasına girişti? Nesnel dünyanın bitimsiz inşası, hıristiyan zihninin nesneyi alımlama kipinin neliğinde, -modernizm içinde daha da yoğrularak günümüze intikal eden- duyguda ve edimde nesne üzerinde sapkın, fetişist bir metafizik yaratmıştır. Ortaçağ kilisesine karşı çıkan akıl, nesneyi kaplamına almak arzusundaki bir özneye doğru ilerler. Doğanın fatihleri mağrurane bir fiilin failidir. Bu fetih çabasıdır ki yüzlerce yıldır sömürgeciliği başımıza bela etmiştir. Ve modern emperyalizm değil midir ki, öteki’nin tutsak alınmışlığını, ben’in maddi ve manevi doyumu için har vurup harman savururcasına harcamaktadır?

Tournier’in romanı batıdaki aklı eleştirmektedir. Hatta bu eleştiriyi (Deleuze’yi andırırcasına) daha da ileri götürerek Tournier’in batının şematik, yoksaymacı ve sapkın zihniyle kafa bulduğu bile ifade edilebilir. Cuma’nın hem aklını hem de bedenini fethetmek için bedenin, aklın ve gitgide bütün bir hayatın işgaline uzanan Robinson şöyle der: “Var olmak, ne demek var olmak? Dışarıda olmak, sistere ex demek. Dışarıda olan var olur. İçeride olan var olmaz. Düşüncelerim, imgelerim, düşlerim var olamazlar. Eğer Speranza, yalnızca bir sezi demeti ise o var olmaktadır. Ve ben de yalnızca kendimden başkasına doğru kaçarak var olabilirim.” Romanın sonunda, adaya uğrayarak Robinson’un hayatında derin bir sürpriz yapacak olan yelkenliye gizlice binerek gider Cuma. Arzunun nesnesi gitmiştir. Nesnesiz kalan özne kendi sapkınlığına traji-komik biçimde itilerek terk edilir. Bu durum bir anlamda Cuma’ya tanrıyı ve ibadeti öğretmek isteyen Robinson’un karşılaştığı o kâfir ve alaycı kahkahalar gibidir. Varsayılan kul, sipariş edilmiş zihin, varsayılan tanrısını boşlukta bırakmıştır.

Modernizm ve modern devlet bir tahakküm teknolojisi üretmiştir ve Hegel’den miras aldığı efendi-köle diyalektiğinin ergen ve kötücül toplumlara dönük akış çizgilerini muhkem tutmakta ısrar etmekte, kalın ve siyah varoluş hattını terk etmemekte direnmektedir. İktisadi sistemin prangaları boynumuzdadır. İnsan karşı olduğuna inkılap ederek modern dünyanın hayal perdesinde siyah, çıplak ve şamara hazır damarlı kafalarıyla figürasyona devam ediyor. Hükümetler sadece dikte edilen iktisadi programları uygulamakla mükellef. Hayatımız bir finans-politiktir. Cebimiz sanki New York borsası, çalıştığımız kurumların sahibi sanki biziz. Bize acı çektirenler kahramanlarımız olmuş, efendilerimize arkadaşlarımız gibi bakıyoruz.

Robinson’un Cuma’sı için “kahraman” yoktur. Michel Tournier siyasi söylemini burada açığa vurmakta. Bizim ancak köleliğe layık bulacağımız insan hakikatlerimize, dayattığımız gerçekliğe ve onu zorladığımız düşüncelere kulak asmadığında ne yapacağız? Öteki’nin olmadığı bir dünyada halimiz nice olacak? Devlet organizması karşısında öteki olarak bizler neyi ifade ediyoruz?

Modern dünyanın güncel yaşantısında hepimizin avutulduğu tekno-kültürü, hayatımızdaki Disneyland’ı ya da evimizdeki Manş Tüneli’ni, bakın, Tournier’in şu satırlarıyla düşünelim bir de: “Robinson, ilkellerin bıçak, giysi ya da en fazla oyma kayık gibi adeta kendi ölçeklerinde olan insan yapımı nesnelere hayranlık duyduklarını gözlemleme fırsatını bulmuştu. Ama bu ölçeğin dışında her şey anlayışlarının dışına çıkıyor, bir saray ya da bir gemiyi doğanın bir ürünü, bir mağara ya da bir buzdağından daha fazla şaşırtıcı olmayan şeyler olarak düşünüyor, hayranlık filan duymaz oluyorlardı.”


[*] İbn Tufeyl, Ruhun Uyanışı ya da Hayy ibn Yakzan’ın Olağanüstü Serüveni, Çeviren: N. Ahmet Özalp, İnsan Yay., İstanbul, 1985, s. 21

Mustafa Atiker

Bir gün kendi hayatımı izlemek istedim. Küçük bir defter aldım ve ilk sayfasına vesikalık fotoğrafımı yapıştırdım. Diğer sayfaları atlanmak üzere okunacak bir roman olmalı, diye tasarlayarak başladım yazmaya. Adımı, soyadımı, annemi, babamı, nerede doğduğumu ve kimliğimle ilgili diğer bilgilerin yer aldığı giriş bölümünü bitirdiğimde üçüncü sınıfta olduğumu anımsıyorum. Kalbimin en utangaç köşesinde öğretmenim vardı. Bu yüzden göstermedim ona yazdıklarımı. Ama bir ikinci nedeni daha vardı bunun. Beni, en sevgili öğrencilerinden birini, sınıftan kovmuştu on dakikalığına. Bense kapıdan çıkıp eve gittim ve bir gün uğramadım okula. Adem’in cennetten kovulmasına benziyordu bu. Ama o şanslıydı. Bir kadınla inmişti yeryüzüne. Bense yalnız yürümüştüm eve kadar.

Dipnotlara alınamayacak bir ayrıntı daha: Neden kalbimin en utangaç köşesindeydi öğretmenim? Âşık falan mıydım bu genç insana? Hayır. Birinci sınıfta kara önlüklerimizi kuşanmış okumayı yazmayı söküyorduk. Aletlerimiz: Kurşunkalem, silgi, çizgili defter, kara tahta, beyaz kartonlara iri siyah harflerle yazılmış heceler/hece tablosu. Eminanım, – annem onu böyle çağırırdı- her gün yeni heceler getirirdi sınıfa. Biz de bu hecelerin resmini çizerdik defterlerimize. Örneğin, A-Lİ, AY-VA, A-TEŞ. A’dan başlayarak Z’ye kadar bir sürü resim.

Sınıf arkadaşlarımın tümü iki ay içinde bu resimleri hem çizmeyi hem de okumayı sökmüştü. Bense iyi bir resim çizici olarak kalmıştım aralarında. Bu resim tablosuna bakarak okumayı öğrenemediğimden Emine, epey zaman benim iyi resim çizme sanatımdan da kuşkulanacaktı. “Annen yazıyor bunları, değil mi Mustafa?”, derdi ara sıra. Bense heyecanlanır ve onun karşısında ne söyleyeceğimi bilemez, üzülürdüm. Öğretmenim bana güvenmiyordu. Ama haklıydı da. Önceleri karatahtadaki hece tablosunu, kargacık burgacık çizgilerle defterime geçirebiliyordum. Evde de yalnız başıma kaldığımda silip düzelterek okula getirdiğim yine bu harflerdi. Ancak işte ertesi gün de kara tahtada gördüğüm ve belki de okuyamadığım için büyük bir hayranlık içinde seyretmekle yetindiğim o hece tablosundaki resimleri, anında kopyalama işine gelince otururdum ettehiyyatüye. Onların karşısında telaşa kapıldığımdan, beyaz defterimde sağa sola bükülmüş irili ufaklı çizgi-lekeler oluşurdu. Boynumdaki ve cebimdeki silgiler var olsun! Annem, silgilerimi çok çabuk kaybettiğimden, birisini boynuma iple bağlamış ötekisini de önlüğümün sağ cebine içten dikmişti. Bir boynumdaki bir cebimdeki silgiye sarılıp büyük bir ciddiyetle defterimdeki lekeleri tam tahtada gördüğüme benzetmeye çalışırdım. Lekelerin bir köşesini dikleştirip diğer köşesini yuvarlaklaştırarak bir biçim çıkarmak. Ortaya bir şey koymak. Ama o bana benzemiyordu ki. Bundan çok hoşlanmıştım. Her neyse. Zamanla bu benzetme işinde de ustalaştığımı ve artık sınıfta da evdeki gibi iyi resimler çizmeye alıştığımı anımsıyorum. Öğretmenimin de bana. Bu okuyamayan ama iyi resim çizen çocuğa.

Okumak, biçimlerin içini çıkarıp ortaya koymak. Onu beceremiyordum ya. Olsun. Heceleri birbirine çarpıp bölemesem de onları bir bütün kabul edip gördüğümü anında çizebiliyordum. Daha doğrusu, bu okuma yazma alıştırmalarına, insanların -öğretmenimin ve sınıf arkadaşlarımın- gördüklerini bir bütün olarak benimseme çalışmasına alışmıştım. Bana böyle bir çalışma ve alıştırma içten içe aykırı gelse de. Madem onlar böyle yapıyorlar, neden olmasın? Eh işte benim bir eksikliğim ve tersliğim var herhalde, diyordum. Önemli olan da bu tersliğimin, eksikliğimin giderilmesiydi. Toplumdan ayrı düşmemeliydim. Herkes nasıl yazıyorsa ben de öyle yazmalıydım. Herkes nasıl okuyorsa ben de öyle. Herkes nasıl koşuyorsa ben de öyle. Herkes nasıl bir ağacın arkasına saklanıyorsa okulun bahçesinde, ben de öyle saklanmalıydım. Ağaçları, ağaç olarak kabul etmeliydim. Saklanmak için ağaç aramamalıydım. Elimde mantar tabancası.

Çetecilik oyununda herkes, bahçede gördüğü ilk ağacın arkasına saklanırdı. Ben de saklanmak isterdim. Büsbütün ağaçlara doğru koşardım. Ama ağaçlar bana bir bütün olarak gözükmediğinden kalıverirdim orta yerde. İlk vurulan, oyundan ilk çıkan hep ben olurdum.

Uzaktan bakılınca ağaçlar birbirine benzer görünse de -ki bu benzerlikten bütünlük doğuyordu- tıpkı hece tablosundaki harfler gibi. Yanına yaklaştığımda ayrı ayrı olduğunu fark ediyordum onların da. Sadece görünümlerinde, uzunluklarında, kısalıklarında, büyüklüklerinde, birbirine karşı duruşlarındaki uzaklıkta ve yakınlıkta mıydı bu ayrılık? Hayır, ağaçların çevresindeki konuklar da birbirinden ne kadar ayrıydı? Sözgelimi karıncalar. Her ağacın çevresinde başka karınca yuvaları ve kolonileri kurulmuştu. Bazen okulun bahçesine çıktığımda bir karıncanın peşine takılır ve onu yuvasına kadar izlerdim. Önemli olan karıncanın hangi ağaca değil, neden ille de o ağaca gittiğiydi. Nasıl mı seçiyordum o karıncayı diğer karıncaların arasında: Tebeşir tozuyla elbet.

İzlemek istediğim karıncanın üzerine biraz tebeşir tozu dökerdim. Biraz diyorum çünkü çok dökünce karınca yerinden bir daha kımıldayamıyordu. Bu kımıldayamama durumuna insanlar arasında ölüm dendiğini de daha sonra öğretmenimden öğrenecektim. Ben, o zamana kadar karıncaların inadından kımıldayamadığını, yani bilerek öyle durduğunu sanıyordum. Mahsusçuktan. Yalandan. Benimle oyun oynamak istiyorlardı da ondan belki kımıldayamıyorlardı yerlerinden. Beni oyalamak istiyorlardı. Biliyorlardı zil çalınca sınıfa girmek zorunda kalacağımı muzır şeyler. Oysa ben sınıfa geç kalıp da öğretmenimden azar işitmek ister miydim? Asla.

Öğretmenimi sevmez ama kıskanırdım da. Hem de nasıl! Her gün, ders bitimi sevdiği dört beş öğrencisiyle yan yana evinin kapısına kadar birlikte yürüyorduk ya. Onun yanı başında, en yakınında yürüyen ben olmak isterdim. Ama onun sevgisini kazanmak zorundaydınız, onun en yakınında olmayı özlüyorsanız eğer. Onun sevgisini kazanmanın da tek koşulu vardı: Onun istediği gibi olmak!

Önemli olan da buydu benim için: Onu sevmesem de sevgisini kazanmak. Ama onu sevmediğim halde neden onun yanında olmalıydım? Sınıfta gürültü çıkmasın diye. Öğretmenimin varlığı her kafadan bir ses çıkmasını engelliyordu. Buna yıllar sonra büyük insanlar arasında ‘otorite bilinci’ dendiğini öğrenecektim. Sınıfta olduğu gibi toplumda da karışıklık çıkmasın diye bir öğretmenin, bir başka kural koyucunun, sözgelimi hukukun ilkelerine uyacak daha doğrusu katlanacaktım.

Bu katlanmanın sevgiye dönüştüğü yerler öğretmenimden ödül aldığım zamanlardı. Düzgün Türkçesi şu: Öğretmenimden ödül aldığımda bu katlanma duygusu, sevgi duygusuna dönüşüyordu. O, her şeyi bir bütün durumuyla kavradığım ve hiçbir şeyi diğerinden ayırt edemediğim yıllarda ‘duygu’ gibi bir sözcük de yabancıydı bana. Duygu ve başka sözcükler, anlamsızdı, pek bir şey söylemezdi. Çünkü dünyayı sözcüklere ayırmasını bilemiyordum. Gerçekte çocukluk bu demek: Gördüğü, bildiği, duyduğu her şeyi; bir doğayı, bir dünyayı, bir evreni bir bütün halinde kavrama düzeyi. Çocuksa: Her şeyi bir bütün halinde kavrayan varlık.

Yıllar sonra okudum: Schopenhauer’ın, Lord Byron’ın bir şiirini (Childe Harold, III, 72) yorumlarken söyledikleri aşağı yukarı aynı kapıya çıkıyordu. Her ne kadar iki ayrı yerde özne kurmak, oluş bütünlüğünü doğrudan tanımlamak anlamına gelmese de.

(…) Hayatın akışı içinde her iki özne de, alışıldık deyimle; kalp ve kafa gittikçe birbirinden ayrışır. Kişisel duygularımızla nesnel bilgilerimiz arasına kara kedi girer, yıllar geçtikçe öznel olanla (duyumsama) nesnel olanın (bilgi) arası açılır. Oysa çocukta her ikisi de birbiriyle kaynaşmış durumdadır. Çocuk kendini çevresinden soyutlamayı hemen hemen hiç bilemez, onunla kendinden geçer, aklı başından gider. Gençlikte algıladığımız her şey, neşe ve duyguyla sarmaş dolaş yürür. Byron’un o nefis anlatımıyla şöyle:

Ben kendi içimde yaşamasam da bir olurum
ben beni saran ne varsa ondan bir parça
tek bir duygu yüce dağlarla
[1]


[1] Schopenhauer, Arthur: Die Welt als Wille und Vorstellung I: Bnd. I, S. 316.: Diogenes: Zürich: 1977.

“Cendereler içinde burgaçlanan rüzgârın, tutunup saçlarına gökte dağılan adam… Ağdıkça kendi başına kül olup yağan… Külleri karıldıkça çılgınca yalazlanan… Matemi hüseyni, makamı hüzzam… Ziya Gökalp’te Kürtçe hayal kurarken suçüstü basılan adam… Müsekkin bir dua, mütebessim bir keder… Kendini uğurlayıp kendini karşılayan ve ölümü ömürlere yakıştıran hece hece gam… “Ey”in şairi Sıtkı Caney ve onun kaçgın yoldaşı, Ebuzeran!”

Sıtkı Caney’den devriye okurları için EBUZERAN…

EBUZERAN

bütün zamanların bütün devrimcilerine…

1. bismillah

bismillah aşk için
kan ve göğerçin
isyan ve şafak için
ey ins ve cin

ey bütün zamanların yazgısı muhteşem keder
ey bütün zamanları koynunda saklayan görünmez sabah
yine seni bekliyor rebeze’de ebuzer
bekliyor birbirini tevbe ve günah
aşk için bir zafer
aşk için bismillah

ey bütün zamanların gizlediği kuytu yer
kalbimiz daha kuytu yine de sığar Allah
bir aşk için duada şimdi bütün melekler
şiirin şafağında güller açar bismillah
zaman parçalanmadan
parçalanmadan gökler
yine isyan zamanı
yine sürgün ebuzer

ey bütün zamanların emeği buram buram ter
ey bütün zamanları hüznünde toplayan aşk izi çöller
birazdan yenilenir çağrısı şehitlerin
geçer ışık hızıyla atlıları bedir‘in
uhud’un hendek‘in huneyn’in aslanları
yol göster ey ebuzer ey şehadet anları

ey bütün zamanların çıldırtan gözyaşları
şimdi bir tek damlanla tufandır yüreğimiz
şimdi kıyam
şimdi aşk
şimdi secdedeyiz

ey hak intikam için yankılanan şiirler
ebuzeran yokluğun göğsüne güller taksın
ki tutsun karanlığın yakasından garipler
kuru ekmek ışısın binlerce ışık yaksın
allahuekber allahuekber

4. nehirler boyunca

ey bütün nehirlerin en kadim hikayesi
ey dicle ey fırat
Ey akan orduların sonsuzluk sesi
Bize selahaddin eyyubi’yi anlat
taşsın artık sulardan yüzyılların öfkesi
ey zülfikar ey şaha kalkan at
ey her şeyden vazgeçmenin büyük hevesi
bize imam ali‘yi anlat

birikti birikeceği kadar acılar ey hilalin ülkesi
kan nehir nehir can alev alev ve hüzün kat kat
ey aşkın ve özgürlüğün kölesi
İşte yaklaşıyor beklenen saat
ey ebuzeran
ey isyanın en delisi
İşte meydan
İşte sırat

ey bütün nehirlerin bildiği en eski dil
ey nil
yine çöllerdeyiz yine gece yine kandan bir ayaz
yeniden kalbimize eğil
ses versin seyyid kutub, ömer muhtar, malik el şahbaz
ses versin kafkasya’dan kartal şeyh şamil
ve savaş meydanında meleklerle saf saf son namaz
ey aşktan gelen kuşlar ey ebabil
artık canlarımız hiç bir zindana sığmaz
artık intikam vakti ey kardeşim habil

ey bütün zamanların çıldırtan gözyaşları
şimdi bir tek damlanla tufandır yüreğimiz
şimdi kıyam
şimdi aşk
şimdi secdedeyiz

şimdi sonsuz sabah öncesi bu son akşamda
kar yağar yağar kan akar akar yeni bir bahar olur
mekke’de kudüs’te bağdat’ta şam’da
aşk bir gün her yerde iktidar olur
yeniden buluşuruz mescidiaksa‘da beytülharam‘da
yetime yoksula iman yine yar olur
hayat var ey ebuzeran hak için intikamda
vur karanlığa şimdi Allah için vur

birazdan ta içimizde yağar yepyeni bir yağmur
ey bütün nehirlerin kıskandığı kevser ey tesnim
artık aşk için akan kanlarımız sana teslim
şafaktır birazdan nur içinde nur

durun selama durun bu son ordudur
ey şehadet ey iftar vakti sonsuzluk orucunun
“inna lillahi ve inna ileyhi raciun”

7. aşka yalnayak koşanlara

ey bütün zamanların en yalnayak koşusu
ey bütün zambakların kalbine akan kanlar
tutku bir uçurum dünya bir pusu
ey srebrenitsa’da gökyüzüne çıkanlar

aşk hep yalnayak
yürek isyanda yürek sımsıcak

ey uzakların acıya kanat çırpan kuşları
ey yanık ülkem ey kalbim ey zambak
ey sonsuzun yalnayak çıkılan yokuşları
şimdi bütün melekler yeniden ağlayacak

ey bütün zamanların çıldırtan gözyaşları
şimdi bir tek damlanla tufandır yüreğimiz
şimdi kıyam
şimdi aşk
şimdi secdedeyiz

korku hep gece
umut hep şafak
sarılsam ağlasam zambaklara delice
aşk kadar yakıcı aşk kadar boşnak
şehitler binlerce

dua dua isyan ve sağnak sağnak
hilalin sureti düşüyor suya
davran ey ebuzeran Allah sığınak
işte yeşil sancak işte aliya

ey aşka hep yalnayak koşanların ülkesi
ey gariplerin özlem acısındaki bosna
her yanda rahmet rahmet şehitlerin gölgesi
gökte yıldız yıldız esmaülhüsna

ey aşkın yemyeşil vadisi ey güzel bosna
ey drina ey sava ey neretva ey una
aksın artık yeniden aşka ırmaklarımız
aksın Allah’ı andıkça göz yaşlarımız

çünkü biz ağladıkça bütün ırmaklar akar
ışık saçar şehitler yeni bir temmuz olur
çocukların kalbinde yeni zambaklar açar
dualar ta yürekten dualar sonsuz olur

akar neretva drina akar
akar sava ve una akar
senin için bu akın ey rabbim
senin için bu akıncılar
artık bir yanımız zambaktır bir yanımız kan
artık her yanımız can içinde can
kahreyle zalimleri ey rabbim ve bizi aşk ile haşreyle
“cehennem açıldığı zaman
cennet yaklaştırıldığı zaman”

8. bu topraklar……

ey bütün zamanların sonsuz soluğu
ey diriliş vakti ey büyük doğu
ey bu toprakların isyan çocuğu
yine seni bekliyor şimdi istanbul
bekliyor sevdalı mümin ve yoksul

bekliyor haramda bir lokma helal
çığır ey yunus emre çığır pir sultan abdal
aşk kurban istiyor yürek haykırmak
bekliyor sakarya ve kızılırmak

bekliyor konya erzurum diyarbekir
ve yiğitler şehadet gününü bir bir
sabır dua dua aşk tekbir tekbir
ölüm burda şimdi bir düğün gibi
fatih‘in istanbul‘u fethettiği gün gibi

açar elbet birazdan o tek yolu son şafak
ve çürür hıncımızdan boynumuzdaki ipler
yakar durur yeniden içimizi hüsnü aşk
aşktan şiirler serper yeniden şeyh galipler

ey bu topraklarda güzelleşen güllerin öfkesi
ey sevmenin en sınırsızı en mertçesi
ey aşk ey uçsuz bucaksız deniz başkası hep masiva
anlatmaya yetmez seni hiçbir özgürlük efsanesi
ne nevroz ne ergenekon ne demirci kava
ey aşkın en türkçesi en arapçası en kürtçesi
ey bu toprakların mayası ey büyük dava

kaf dağının ardında
meleklerin yurdunda
yüzü ayın ondördünde
en güzelin elinde en güzel yakut
anlat öteleri anlat ey dede korkut
ey malazgirt ey şerevdin dağları
ey üsküp ey harput

anlat her seher vakti kapıyı çalan kimdir
her ay biraz mayıstır ağustostur ekimdir
ve yandıkça içimiz biraz sonsuz haziran
bu topraklar senindir senin ey ebuzeran

estir türkünü estir rüzgar sensin kime ne
aşktır sonsuz aşktır bu toprakların dini
dinle zikirde zaman balkanlardan yemene
imam şahı nakşibend, abdulkadir geylani
ahmedi hani
bu topraklar
imam rabbani

çağıldar bu topraklar gönülden bir bakışta
görünür yine aslı yanar bir daha kerem
bir gün çanakkale‘de bir gün sarıkamış‘ta
söner bir daha söner göğsümüzde cehennem

ey bütün zamanların çıldırtan gözyaşları
şimdi bir tek damlanla tufandır yüreğimiz
şimdi aşk şimdi kıyam şimdi fetih
şimdi secdedeyiz

şimdi bütün zamanların en son akını
bütün zamanların bütün inkar surlarına
çağır şimdi sana en yakını şahdamarından da yakını
“inna fetehna leke fethan mübina”

İBRAHİM ALTUNCU

Reşid Paşa’dan el-aman diyen padişah da bir gün Topkapı Sarayı’nın “Hırka-i Saadet” dairesinde, yapayalnız ağlaya ağlaya, peygamberden kalan eşyaya elini sürerek “Ya Muhammed, beni bu adamın elinden kurtar” diye dualar yapıyor.[i]

Uzun Sürmüş Bir Tanzimat Akşamı

Türk modernleşmesi devlet katlarından gelmiştir. Merkezden çevreye akseden bir olgudur. Çevrede ne kadar makes bulduğu ise şüpheli. Bir çeşit dragoman kültürü olarak gelişmiştir. “Terceme” odasında nur topu gibi bir Modern Türk Edebiyatı doğduğunu ileri sürenler malumu ilam ederler.

1730’da Patrona Nevşehirli’nin imbikten geçmiş fantastik âlemine itiraz edince bir devir başlamadan bitiverdi. Yeniçeri ile Saray arasında yabancılaşmanın da başlangıcıydı bu. İleride gelecek yöneticiler hep bu derin yabancılaşmanın doğurduğu sorunlarla uğraştılar. Âhir zamanda bu sıkıntıyı çözmek için hep modernleşmeyi deneyeceklerdi.

Ardından 1807’de Kabakçı Mustafa ile bu sefer kabak III. Selim’in başına patladı. Kellesine kılıç tutulan her yönetici daha da modernleşti. Bir bakıma modernleşme kılıçların gölgesinde gelişti.

Bu modernleşme hem kılıçların gölgesinde gelişti, hem de çoraptan önce ayakkabı giymek gibi gariplikleri de bünyesinde taşıyordu. Modernleşme devletin yeni kurumlar yaratması olarak algılandı. Yeni, merak uyandırıcı, ama içi boş kurumlar. İleride modern Türk skolastiğini kuracak olan kadrolar bu kurumların eseriydiler. Yeniçeriden kurtulmak için yeni bir ordu, kendi ortaçağından kurtulmak için yeni bir okul… 200 yıldır yeni kurumlar kurmakla iştigal ediliyor. İşin daha da acı tarafı Türkiye’nin gündeminin 200 yıldır aynı kelimelerle meşgul olmasıdır.

Çağdaşlaşmayı insan taleplerinin doğru algılandığı, insan odaklı bir süreç olarak kabul edemedik. Bu bize uymadı.

3 Kasım 1839’da Gözlüklü Reşid Gülhane Hattı Hümayunu’nu Sarayın böğrüne gül gibi sokunca Osmanlı küresel siyasi rekabetin ağır sonuçlarını göğüslemek ile karşı karşıya kaldı. Zaten haritada gerileyen devlet, artık içişlerini de Avrupa’nın çomağına açıyordu. O gün akşam eve sağ dönüp dönmeyeceği konusunda şüpheleri olan Gözlüklü Reşid, aslanlı meydanda binlerce kişiye irad ettiği ferman ile kanun devletini yüceltiyordu.

Tanzimat neyi tanzim etti? Zimmîlerin hukukunu, “gâvurun” müessesatını, kanun devletinin doğuşunu…

Artık padişahlara “Allah’tan evvel senden büyük kanun var!” denecekti. Şinasi gibi: “Bildirir haddini sultana senin kanunun”. Kanun devletiydik, ama bir türlü hukuk devleti olamadık. Halen de öyle değil mi?

Tanzimat neyi tanzim etti? Bir taassup edebiyatının doğuşunu…

Onlara göre elitler ilerici, Avrupai hayatın verimleri ise göz kamaştırıcıydı. Ziya Paşa’nın şu mısraları taassup ideologlarının dilinde pelesenk olmuştur ve hâlâ da öyledir:

Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslâm’ı bütün viraneler gördüm

Paşa Ziya sosyal sorunlara, gelişmişlik düzeyine bakmıyor aslında. Kâşanelerin, köşklerin uygarlık, modernlik gibi algılanmasından ibaret bir şey bu. Tıpkı önce II. Mahmud gibi fesi ve sonra şapkayı çağdaşlaşma sanan erbab-ı inkılap gibi.

Uzun sürmüş bir Tanzimat akşamı yaşandı.

Aydın aydının kurdudur. Çünkü siyasa, felsefenin olmadığı bir düşünce âleminde günlük kavganın odağıdır. Aydınlar, ordu ve devlet bu modernleşme kavgasında birbirlerini yemekle meşgul oldular. Ama süren bu kavgada çadırın direğini kimse kırmaya yanaşmadı. Mutlaka ki o direk siyasi şehvetin varlık sebebiydi.

Tevfik Fikret, o büyük hırçın, o büyük terakki ideologu bile otoriteryan İttihatçılara yaşlı bilgeleri olarak İrtikap ve Tedenni çetesi diyecekti. Çünkü iktidarların doğası değişmez. Bizde doğan müzmin muhalif entelektüelin Ali Suavi ile birlikte önde gelen temsilcisi Fikret’tir. Büyük bir hayal kırıklığından, büyük bir öfke doğurmuştur. İşte Türk entelektüelinin gen haritasından bir görünüm:

Yakup Kadri Birinci Dünya Savaşının ikinci yılında bir Ada vapurunda yaşlı ve yorgun Fikret’e rast gelir. Yorgun muhalif, “Menhus harp” der, “Bu maceraperestlerin divanelikleri uğruna kan oluk oluk akıyor.”

Durdu ve gözlerinde tuhaf bir parıltı ile ilave etti: “Ümid ederim ki, çok sürmez bu. Yegâne tesellimi bu ümitte buluyorum. Dün Marne, bugün Verdun derken gelip kurtarırlar elbet…”

Kimler kimi kurtarır diye sormağa dilim varmadı. Bu bizim kuşağın, hayata ilk adımlarını attığından beri büyüklerinin ağzından işittiği bir söz, bir slogandı. “Bizim adam olacağımız yok. Düvel-i muazzamadan biri elimizden tutup medeniyet yoluna sokmadıkça.”[ii]

Yakup Kadri’nin bu hatırası aydınımızın psiko-patolojik dramasına en güzel örnektir. Bir acılı çağın sancılı çocuklarıydılar. Kavramları yerine oturmamış, içi dolmamış bir düşünce âlemi kurgulamaya çalıştılar. Kendi uzaylarında kendi düşünce uzamlarını oluşturamadılar. Bu ahval üzere “Cümhuriyet aydınlanmasına” da rehnüma oldular.

Şiir Dediğin Bir Tuhaf Tuluat

Bu ülkede şiiri düşünmek, şiirin hayatla, ortamla, felsefeyle ilişkisinin tutamaklarını ortaya koyabilmek; şiirin, edebiyatın filozofi ile kesiştiği ara bölgeleri; ne şiirin ne de filozofça düşünmenin artık bağımsızlaşamadığı ortak bir vulvada birbirlerine mahkûm olduğu o ânı yakalayabilmek, neredeyse imkânsız denebilecek kadar güçtür.

20. yüzyılın başında etkili devinimlerle gelişen militarize modernleşme deneyimi, ortak hafıza bozgunu ile birlikte, şairi de, şiiri de ölçüleri merkezden belirlenen giysileri kuşanmaya mecbur eder. Duygularıyla baş başadır entelektüel (şair), istikametini de ona göre çizmektedir.

Bu dönemde iktidarın ürettiği kültürel çevre, hemen her şeyin olduğu kadar, edebiyatın da çerçevesini belirler. Entelektüel, bu çevreden biri olarak, dayatılan çerçeveye uyum göstermekte pek de zorlanmaz. Bu inşa projesinin “üretilmiş entelektüeli” olarak “aydınlanmaya” katkıda bulunmalıdır. Bir düşünce geleneği içinden gelerek ve bu bilgi birikimini içselleştirerek değil, işgalden kurtulmuş bir halkın başında bulunanların isterlerine uygun yönde bilgi üreterek var olmayı seçmiş, bir anlamda seçmek zorunda bırakılmıştır.

20. yüzyılla birlikte ileri aşamalar kaydeden kapitalistik ahlak ve düşünüş biçimi, doğu toplumlarının belleğini Hegelyen tarih tasarımı gereğince derin izler bırakarak sarstı. Neredeyse 200 yıldan bu yana dimağlara tebelleş olan “muasır medeniyet/uygar dünya” söylemi, hepimizin işe yaramaz ilkeller olduğumuz dayatması, bir yandan Haçlının Akıncıdan aldığı intikamı simgelerken, bir yandan da batılıların dinmez iştihası karşısında doğuluların yıkımını ve dünyanın şekillendirildiği masada söz sahibi olması imkânsız hüküm kâtipliği rolüne layık görüldüğünü ortaya koydu.

Doğululaştırılmışlığın ideolojisi, batı karşısında, mağara istiaresindeki duvarın dibinde oturarak gölgeleri seyreden insanların haline benzemektedir. Kabaca şöyle denebilir: Gölgeler bizim hakikatimiz olmuştur. “Biz artık kendimizi o gölgeler âleminde kavrayabiliyoruz, eğer gölgeler âleminde boy gösterebilirsek kendimize var diyebiliriz” vargısı hem iktidarın doğasına, hem de toplumların belleğine kazınmış oldu. Ve yine böylelikle, kendine ait kaygular, düşünceler ve kendine özgü nitemlere sahip özne dünyasını kuramamak bir şekilde yazgı haline getirildi.

Kendi Toprağında Marko Polo…

Marko Polo… Batının efsanevi gezgini. Doğunun zenginliklerini batıya taşıyan İpek Yolunun şövalyesi. Cumhuriyet’in imal ettiği ilk dönem entelektüelini derin bir yabancılaşma ikliminin Marko Poloları sayabiliriz. İlginçtir, bu Markopololuğu silip süpürecek kıvılcım kapitalizmin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkar… Milli Şef’in saltanatında ve kanatları altında.

Çırakları hala ekmeğini yiyor

İnönü: Çırakları hala ekmeğini yiyor

Bir anlamda içe kapanmış oligarşik patronaj diye tanımlanabilecek İnönü rejimi ters yönde akıntıya tutularak kapitalizmin cazibe noktasına doğru kaymak zorunda kalacak ve 46 ruhu ile birlikte çevreden merkeze akan uluslararası finans sistemlerinin açık etkisi altındaki hükümetler dönemine girilecektir. İşte İkinci Yeni diye andığımız şiirsel oluşum, devlet şairlerini ve devlet edebiyatını süpürerek, geleceğe yeni tohumlar taşıma faaliyetine o sıralarda girişir. Şiirin Anadolu’dan İstanbul’a hurucu başlamak üzeredir.

Kemalist proje eğitim kurumlarını yaygınlaştırınca hiç de beklenmeyen bir şey olur. Bürokratik şiir, bürokrasinin şiir gemisi su almaya başlar ve 40’lı yılların şiiri batışa geçer. Köy Enstitüleri girişimi devletin “entelektüel” projesine toplumsal bir taban arayışı idi. Fakat sonuç naif ve hantal bir zekâya sahip, hep köylü ve köyün değerler sistemine bağlı kalacak olan prometeusçuluktur. Buradan daima gericilik edebiyatını ısıtıp pişirecek bir nesil doğar. Köy aydınından köy romanına uzanacak bir akımın neslidir bu. Bu nesilden de ülkeyi yenileyecek adımlar atması beklenmez. Bir anlamda Türk aydınlanması, Türk skolastiğidir artık.

Öte yandan eğitim seferberliği düşünce birikimlerini, yüksek sanat verimlerini Anadolu’ya taşımak zorunda kalır. Bu durum ise artık geri döndürülemez bir çizgi oluşturur. Bunu yaratılan ve yaygınlaştırılan bir enerji değil, filizlenen ve pıtraklar halinde yayılan, yoksul çocuklarının başını çektiği, çevreden merkeze doğru akımlar olarak nitelendirebiliriz. İkinci Yeni’nin sivil ve sıkı şairlerinden Ece Ayhan bunu şöylece belirler: “Bana baka; ‘İkinci Yeni’ (ben, ‘Sıkı Şiir’ diyorum şimdi buna; o başka, ya da ‘Sivil Şiir’) 1950’lerden sonra, Türkçede, taşradan gelmiş ve çok genç parasız yatılıların oluşturdukları hiç beklenmedik, garip bir biçimde de özgün, çağdaş, çağcıl ve önemli bir şiir ve bir düşünce ‘sıçraması’dır; yani 13/15 bir akım.”[iii]

    Bir "aydınlanma atılımı" olarak Köy Enstitüleri

Bir "aydınlanma atılımı" olarak Köy Enstitüleri

Milli Şef’in ideolojisine bağlı, aydınlanmacı bir kuşağın doğru dürüst okuyanın bile olmadığı bir dönemde baş tacı ederek eleştirmenlik kaftanını giydirdiği Ataç için bu şairlerin önemsenecek bir taraflarının olmaması doğaldır. Doğaldır Ataç’ın Cemal Süreya’ya küfretmesi.[iv] Çünkü merkezden çevreye yazmayan, üstelik parasız yatılı yetişmiş ve bir türlü Paris’e firar edememiş, sırmasız bu şairlerin yerleşik politikalara hem âlet olmayacakları açıktır, hem de âlet edilseler bile bir işe yaramayacakları. Şiir artık merkezin kontrolünden çıkma yolunda ilerlemektedir. Sistem liberalizasyon ile çözündükçe kendi açıklarını da oluşturmaya başlamıştır. Bu açıkları yamayacak zamana da sahip değildir. Şiir iktidarın gerilediği alanlara sızabilmekte ve kendi öznelliğini ortaya koymaktadır. Sistemin bu şairlere ve bu şiire duyduğu hınç günümüze taşarak sürmekte ve daha da süreceğe benziyor.

İkinci Yeni Fransız gerçeküstücülüğünden beslendiği kadar, bir süre sonra akışının su yolunu Galib’e dek geriye götürebilmiş, iktidar modellemesinin beri planında yer alan “iktidar güzellemesi”ne aldırmamış, sivil, cesur, kabına sığmayan bir tarih anlayışını, karşı-tarihin uzlaşmazlığını ortaya koyma çabası içinde olmuştur. En azından İkinci Yeni’den sonra şiir bu yola mecburi istikamet kabilinden girer. Ve salt bu bile bütün Türk şiir tarihinde en önemli yol ayrımlarından biridir. Çünkü tekilleşen şair öznelliği daha ayrıksı inisiyatiflerin, merkezin çekiminden uzakta yeni oluşumların, daha bireysel eğilimlerin seslendirilmesidir artık. Şair düzenin vantrilokluğundan kendini azat eder, yeni bireyselliklerde, bir başka oluş biçiminde karar kılar. Kodlar ve verili bilgi bu şiirin umurunda değildir, bu şairin de…

“Şahane Sistem!”

“Şahane mazlumların yüceltilmesi, sonuçta, onları mazlumlaştıran şahane sistemin yüceltilmesinden başka bir şey değildir”, der Adorno.[v] Şiir okurunun, yazarının, eleştirmeninin hep birlikte elele vererek ürettikleri yapıntı imgeler vardır. Edebiyat ortamında bu imgelere sıkça rastlıyoruz. Okurun zihnini besleyen ve onu politik davranış içinde, boyutları belirlenmiş ve yönlendirilmiş bir organizma sayan itkiler sistemine de, propaganda mühendislerince planlanmış yahut edebiyat keşişleri tarafından va’zedilmiş okuma ideolojisi olarak bakabiliriz. Her acıdan bir başka acı doğurma kolaycılığı, her yıkımın bir başka yıkımın müjdesini vermesi gerektiği anlayışı bir piyasa olgusu haline gelmiş ve zamanla kötülüklerin kaynağından okurun zihnini, hatta yazarın kalemini uzaklaştırmaya başlamıştır.

Cemal Süreya

Cemal Süreya

Trajedilere alışkın bir toplum; önceleri pazarlarda satılan ağlak, güncel, insan ilişkilerinin kaba ve anlaşılır taraflarını serimleyen, okuyucusunu-dinleyicisini özdeşleşme krizinde gerdikten sonra tuhaf bir boşalma haline sürükleyen halk tipi anlatı örnekleri olan destanları okuyarak, radyo soap-operaları olan arkası yarın’ları dinleyerek ve bugün görsel medya mecralarının tutsağı halinde gözleri televizyona çakılı bir esrime ayininin dervişliği rolünü üstlenerek yaşayan bir toplum, böyle bir edebiyat ortamını neredeyse hak ediyor diyesimiz geliyor. Piyasanın biçimlendirici gücü de bu çoğunluk olagelmiştir hep.

Bu noktada Cemal Süreya’dan okuduğumuz bir küçük kıssamız var:

Dünyaca ünlü modacı Christian Dior’un ilk mesleği makastarlıkmış. Dior kendi halinde yetenekli bir makastar olarak yaşarken ünlü kumaş fabrikatörü Pierre Boussac (nereden ve nasıl keşfettiği meçhul) onu çağırtarak, kendisini sahibi olduğu gazeteler aracılığıyla ve büyük bir prodüksiyon eşliğinde tanıtacağını ve kısa zamanda dünyanın en ünlü terzisi yapacağını söylemiş. Buna karşılık ondan sadece bir tek isteği varmış. Sonunda ünlü patron dediğini yapmış. Dior kısa zamanda dünyaca ünlü bir terzi olmuş ve Boussac’ın o tek isteğini yerine getirmiş: modada uzun etek devrini açmış. Tabii Boussac’ın fabrikaları da üretim ve satışlarını ikiye katlamışlar.[vi]

Bir okur topluluğunu biçimleyecek ideolojiler, simgeler ve fetişler bulmak zor olmasa gerek. Örnekse Nâzım Hikmet olayının göz yaşartıcı anlatısı… Daha yaşarken fetiş haline getirilir Nâzım Hikmet, kitapları basılamaz uzun süre, el altından okunur. Hapse girmesi, hapisten çıkması, yurt dışına gidişi, Moskova’daki sevgilileri, gurbette ölmesi, sonra iade-i itibar girişimleri, mezarının yurda getirilmesi için açılan kampanyalar… Evet, bütün bunlar şairin hayatının gerçekleridir. Ama bize anlatılan bu epopenin içinde şiire ilişkin bir yargıya, bir analize rastlayamıyoruz. Yine her zaman olduğu gibi spekülatif ortamda unutturulan ve yutturulan bir şey şiir. Her zaman taze kalmasına özen gösterilen ve sürekli ısıtılıp ısıtılıp önümüze getirilen bu temcit pilavından bıkan bir okur da yoksa, demek ki piyasa, organizmasını yaşatacak imkâna sahiptir. Şunu görüyoruz ki Adorno’nun değindiği hastalık, bu ülkede bir kurnazlık, yayın piyasasının ve ideolojilerin kurtlarınca sergilenen bir bölüşüm savaşıdır artık.

Sözümüzün aslına gelirsek, Türk edebiyatı bir duygu ortalamasının etkinlik alanı haline gelmiştir. Sömürüye açık duygu ortalaması, her yaştan, her kesimden insanı merkezine alan bir kültür çapraşmasını Türkiye’nin vasatı kılmıştır. Her şeyin özünden koparılarak köleleştirilmesi, metalaştırılması, hiçbir kıymeti olmayan şeylerin son derece kıymetliymiş gibi gösterilmesi duygu simsarlarının uydurduğu bir yalan ve sadece onların işine gelen bir düzendir.

1950’lerden bu yana olumlu ya da olumsuz yönde bir şeylerin değişmeye başladığı bu ülkede, bir yanda resmi şiir/edebiyat görüşünün tellalları, bir yanda piyasa düzeneğinin oyuncuları, bir yanda da yazmaya çalışan insanlar bu tuhaf tuluatın dekorunu tamamlıyorlar.

Modern Türk şiiri mi?.. Seversen Ali’yi değme yarama!


[i] İsmail Habib Sevük, Tanzimattanberi I Edebiyat Tarihi, Remzi Kitabevi, s.13, 1944

[ii] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, İletişim Yay., s. 229, 2000

[iii] Ece Ayhan, Şiirin Bir Altın Çağı, Yapı Kredi Yay., s. 15, 1993.

[iv] Muzaffer ilhan Erdost, İkinci Yeni Yazıları, Onur Yay., s. 70, 1997.

[v] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, Çev. Orhan Koçak-Ahmet Doğukan, Metis Yay., s. 29, 1998.

[vi] Cemal Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle, Yön Yay., s. 113, 1991.