Mustafa Atiker

Bir gün kendi hayatımı izlemek istedim. Küçük bir defter aldım ve ilk sayfasına vesikalık fotoğrafımı yapıştırdım. Diğer sayfaları atlanmak üzere okunacak bir roman olmalı, diye tasarlayarak başladım yazmaya. Adımı, soyadımı, annemi, babamı, nerede doğduğumu ve kimliğimle ilgili diğer bilgilerin yer aldığı giriş bölümünü bitirdiğimde üçüncü sınıfta olduğumu anımsıyorum. Kalbimin en utangaç köşesinde öğretmenim vardı. Bu yüzden göstermedim ona yazdıklarımı. Ama bir ikinci nedeni daha vardı bunun. Beni, en sevgili öğrencilerinden birini, sınıftan kovmuştu on dakikalığına. Bense kapıdan çıkıp eve gittim ve bir gün uğramadım okula. Adem’in cennetten kovulmasına benziyordu bu. Ama o şanslıydı. Bir kadınla inmişti yeryüzüne. Bense yalnız yürümüştüm eve kadar.

Dipnotlara alınamayacak bir ayrıntı daha: Neden kalbimin en utangaç köşesindeydi öğretmenim? Âşık falan mıydım bu genç insana? Hayır. Birinci sınıfta kara önlüklerimizi kuşanmış okumayı yazmayı söküyorduk. Aletlerimiz: Kurşunkalem, silgi, çizgili defter, kara tahta, beyaz kartonlara iri siyah harflerle yazılmış heceler/hece tablosu. Eminanım, – annem onu böyle çağırırdı- her gün yeni heceler getirirdi sınıfa. Biz de bu hecelerin resmini çizerdik defterlerimize. Örneğin, A-Lİ, AY-VA, A-TEŞ. A’dan başlayarak Z’ye kadar bir sürü resim.

Sınıf arkadaşlarımın tümü iki ay içinde bu resimleri hem çizmeyi hem de okumayı sökmüştü. Bense iyi bir resim çizici olarak kalmıştım aralarında. Bu resim tablosuna bakarak okumayı öğrenemediğimden Emine, epey zaman benim iyi resim çizme sanatımdan da kuşkulanacaktı. “Annen yazıyor bunları, değil mi Mustafa?”, derdi ara sıra. Bense heyecanlanır ve onun karşısında ne söyleyeceğimi bilemez, üzülürdüm. Öğretmenim bana güvenmiyordu. Ama haklıydı da. Önceleri karatahtadaki hece tablosunu, kargacık burgacık çizgilerle defterime geçirebiliyordum. Evde de yalnız başıma kaldığımda silip düzelterek okula getirdiğim yine bu harflerdi. Ancak işte ertesi gün de kara tahtada gördüğüm ve belki de okuyamadığım için büyük bir hayranlık içinde seyretmekle yetindiğim o hece tablosundaki resimleri, anında kopyalama işine gelince otururdum ettehiyyatüye. Onların karşısında telaşa kapıldığımdan, beyaz defterimde sağa sola bükülmüş irili ufaklı çizgi-lekeler oluşurdu. Boynumdaki ve cebimdeki silgiler var olsun! Annem, silgilerimi çok çabuk kaybettiğimden, birisini boynuma iple bağlamış ötekisini de önlüğümün sağ cebine içten dikmişti. Bir boynumdaki bir cebimdeki silgiye sarılıp büyük bir ciddiyetle defterimdeki lekeleri tam tahtada gördüğüme benzetmeye çalışırdım. Lekelerin bir köşesini dikleştirip diğer köşesini yuvarlaklaştırarak bir biçim çıkarmak. Ortaya bir şey koymak. Ama o bana benzemiyordu ki. Bundan çok hoşlanmıştım. Her neyse. Zamanla bu benzetme işinde de ustalaştığımı ve artık sınıfta da evdeki gibi iyi resimler çizmeye alıştığımı anımsıyorum. Öğretmenimin de bana. Bu okuyamayan ama iyi resim çizen çocuğa.

Okumak, biçimlerin içini çıkarıp ortaya koymak. Onu beceremiyordum ya. Olsun. Heceleri birbirine çarpıp bölemesem de onları bir bütün kabul edip gördüğümü anında çizebiliyordum. Daha doğrusu, bu okuma yazma alıştırmalarına, insanların -öğretmenimin ve sınıf arkadaşlarımın- gördüklerini bir bütün olarak benimseme çalışmasına alışmıştım. Bana böyle bir çalışma ve alıştırma içten içe aykırı gelse de. Madem onlar böyle yapıyorlar, neden olmasın? Eh işte benim bir eksikliğim ve tersliğim var herhalde, diyordum. Önemli olan da bu tersliğimin, eksikliğimin giderilmesiydi. Toplumdan ayrı düşmemeliydim. Herkes nasıl yazıyorsa ben de öyle yazmalıydım. Herkes nasıl okuyorsa ben de öyle. Herkes nasıl koşuyorsa ben de öyle. Herkes nasıl bir ağacın arkasına saklanıyorsa okulun bahçesinde, ben de öyle saklanmalıydım. Ağaçları, ağaç olarak kabul etmeliydim. Saklanmak için ağaç aramamalıydım. Elimde mantar tabancası.

Çetecilik oyununda herkes, bahçede gördüğü ilk ağacın arkasına saklanırdı. Ben de saklanmak isterdim. Büsbütün ağaçlara doğru koşardım. Ama ağaçlar bana bir bütün olarak gözükmediğinden kalıverirdim orta yerde. İlk vurulan, oyundan ilk çıkan hep ben olurdum.

Uzaktan bakılınca ağaçlar birbirine benzer görünse de -ki bu benzerlikten bütünlük doğuyordu- tıpkı hece tablosundaki harfler gibi. Yanına yaklaştığımda ayrı ayrı olduğunu fark ediyordum onların da. Sadece görünümlerinde, uzunluklarında, kısalıklarında, büyüklüklerinde, birbirine karşı duruşlarındaki uzaklıkta ve yakınlıkta mıydı bu ayrılık? Hayır, ağaçların çevresindeki konuklar da birbirinden ne kadar ayrıydı? Sözgelimi karıncalar. Her ağacın çevresinde başka karınca yuvaları ve kolonileri kurulmuştu. Bazen okulun bahçesine çıktığımda bir karıncanın peşine takılır ve onu yuvasına kadar izlerdim. Önemli olan karıncanın hangi ağaca değil, neden ille de o ağaca gittiğiydi. Nasıl mı seçiyordum o karıncayı diğer karıncaların arasında: Tebeşir tozuyla elbet.

İzlemek istediğim karıncanın üzerine biraz tebeşir tozu dökerdim. Biraz diyorum çünkü çok dökünce karınca yerinden bir daha kımıldayamıyordu. Bu kımıldayamama durumuna insanlar arasında ölüm dendiğini de daha sonra öğretmenimden öğrenecektim. Ben, o zamana kadar karıncaların inadından kımıldayamadığını, yani bilerek öyle durduğunu sanıyordum. Mahsusçuktan. Yalandan. Benimle oyun oynamak istiyorlardı da ondan belki kımıldayamıyorlardı yerlerinden. Beni oyalamak istiyorlardı. Biliyorlardı zil çalınca sınıfa girmek zorunda kalacağımı muzır şeyler. Oysa ben sınıfa geç kalıp da öğretmenimden azar işitmek ister miydim? Asla.

Öğretmenimi sevmez ama kıskanırdım da. Hem de nasıl! Her gün, ders bitimi sevdiği dört beş öğrencisiyle yan yana evinin kapısına kadar birlikte yürüyorduk ya. Onun yanı başında, en yakınında yürüyen ben olmak isterdim. Ama onun sevgisini kazanmak zorundaydınız, onun en yakınında olmayı özlüyorsanız eğer. Onun sevgisini kazanmanın da tek koşulu vardı: Onun istediği gibi olmak!

Önemli olan da buydu benim için: Onu sevmesem de sevgisini kazanmak. Ama onu sevmediğim halde neden onun yanında olmalıydım? Sınıfta gürültü çıkmasın diye. Öğretmenimin varlığı her kafadan bir ses çıkmasını engelliyordu. Buna yıllar sonra büyük insanlar arasında ‘otorite bilinci’ dendiğini öğrenecektim. Sınıfta olduğu gibi toplumda da karışıklık çıkmasın diye bir öğretmenin, bir başka kural koyucunun, sözgelimi hukukun ilkelerine uyacak daha doğrusu katlanacaktım.

Bu katlanmanın sevgiye dönüştüğü yerler öğretmenimden ödül aldığım zamanlardı. Düzgün Türkçesi şu: Öğretmenimden ödül aldığımda bu katlanma duygusu, sevgi duygusuna dönüşüyordu. O, her şeyi bir bütün durumuyla kavradığım ve hiçbir şeyi diğerinden ayırt edemediğim yıllarda ‘duygu’ gibi bir sözcük de yabancıydı bana. Duygu ve başka sözcükler, anlamsızdı, pek bir şey söylemezdi. Çünkü dünyayı sözcüklere ayırmasını bilemiyordum. Gerçekte çocukluk bu demek: Gördüğü, bildiği, duyduğu her şeyi; bir doğayı, bir dünyayı, bir evreni bir bütün halinde kavrama düzeyi. Çocuksa: Her şeyi bir bütün halinde kavrayan varlık.

Yıllar sonra okudum: Schopenhauer’ın, Lord Byron’ın bir şiirini (Childe Harold, III, 72) yorumlarken söyledikleri aşağı yukarı aynı kapıya çıkıyordu. Her ne kadar iki ayrı yerde özne kurmak, oluş bütünlüğünü doğrudan tanımlamak anlamına gelmese de.

(…) Hayatın akışı içinde her iki özne de, alışıldık deyimle; kalp ve kafa gittikçe birbirinden ayrışır. Kişisel duygularımızla nesnel bilgilerimiz arasına kara kedi girer, yıllar geçtikçe öznel olanla (duyumsama) nesnel olanın (bilgi) arası açılır. Oysa çocukta her ikisi de birbiriyle kaynaşmış durumdadır. Çocuk kendini çevresinden soyutlamayı hemen hemen hiç bilemez, onunla kendinden geçer, aklı başından gider. Gençlikte algıladığımız her şey, neşe ve duyguyla sarmaş dolaş yürür. Byron’un o nefis anlatımıyla şöyle:

Ben kendi içimde yaşamasam da bir olurum
ben beni saran ne varsa ondan bir parça
tek bir duygu yüce dağlarla
[1]


[1] Schopenhauer, Arthur: Die Welt als Wille und Vorstellung I: Bnd. I, S. 316.: Diogenes: Zürich: 1977.